Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı, 2021 yılına direnişlerle girdi. Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin kayyum rektöre karşı başlattığı ve giderek diğer üniversitelere yayılan eylemler ön plana çıksa da sınıf mücadelesinin diğer katmanları da eylem ve direniş içindedir.
Türkiye işçi sınıfı, irili ufaklı ancak yaygın eylemler yapmaktadır. Kadın hareketinin başta kadın katliamları olmak üzere ataerkiye yönelik mücadelesi sürmektedir. LGBTİ+lar her türlü baskı, tehdit ve tacizlere rağmen eylemlerde yerlerini almaktadır. Köylüler hem çevre eylemleri hem de ürettiğinin karşılığını alamamalarına yönelik eylemler düzenlerken küçük esnaf da “açız” diyerek sisteme tepkilerini çeşitli biçimlerde ortaya koymaktadır.
Boğaziçi Üniversitesine kayyum rektör atanmasına karşı başta öğrenciler olmak üzere üniversite bileşenlerinin gösterdiği direniş, kısa sürede diğer üniversitelere de yayıldı. Kayyum atamalarının yeni bir politika olmamasına rağmen, ilk kez bu kadar gündeme gelmesi ve tartışılması elbette Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin “elit”liğiyle açıklanamaz.
Direnişin bu kadar yayılmasında faşizmin verdiği tepkinin etkisi vardır. Rejim, öğrenci gençliğin son derece demokratik ve meşru taleplerine “terör” propagandasıyla yaklaşmış ve üniversite kapısına kelepçe vurarak tarihe geçmiştir.
Öğrencilere yönelik faşist terörle tırmandırılan gözaltı terörü, direnişi sonlandırmamış aksine daha da yaygınlaştırmıştır.
Kurulduğu günden itibaren, faşizm ile karakterize olmuş TC devletinin ve onun temsilcisi AKP-MHP hükümetinin bu saldırganlığının nedenini sistemin içinde bulunduğu durumla açıklamak gerekir. Faşist yönetim, her açıdan sıkışmış durumdadır ve en ufak itiraza dahi tahammül edememektedir. Türk hakim sınıfları, faşist karakterini maskelemek için çeşitli araçları kullanmış, politikaları devreye sokmuşlardır. Gelinen aşamada Türk usulü başkanlık rejimiyle birlikte, faşist yönetim bu araç ve politikalara ihtiyaç duymamaktadır.
İktidar bloğunun dışında herkes “terörist” ilan edilmiş, Kürt halkının belediyelerine kayyum atanmasının ardından demokratik kitle örgütlerine de kayyum atanması yasallaştırılmıştır. Sadece devrimciler hedefte değildir, AKP-MHP iktidarının dışındaki herkes hedeftedir.
TC, ABD emperyalizmini taklit etmektedir. “Ya bendensin ya düşmansın” politikasını uygulamaktadır. En ufak bir muhalefet dahi “düşman hukuku”nun uygulanmasına yetmektedir. AKP-MHP bloğu ülkedeki sistem içi muhalefete dahi tahammül edememekte, ana muhalefet partisinin İstanbul İl Başkanına “terörist” diyebilmektedir. Ankara’da mafya bozuntusu faşistler sokaklara salınmakta ve muhalefet edenler saldırıya uğramaktadır.
Popüler kültürde ön plana çıkan kişiler hakkında dahi “halkı kin ve düşmanlığa teşvik” adı altında soruşturma açılmaktadır. AKP-MHP ve Ergenekon artıklarının attığı bütün bu adımlar, uygulamaya koydukları politikalar sömürge düzeninin ve dolayısıyla kendi iktidarlarının “bekası” içindir.
Rejimin ‘yasal’ ve yasadışı faşist teröre başvurması elbette yeni değildir. Ancak son dönemde yaşananlar ve atılan adımlar bilinçli ve planlı bir stratejinin devreye sokulduğunu göstermektedir. Cumhur İttifakının ortakları iş bölümü yapmışlardır.
Erdoğan, ittifak için görüşmeler yaparken diğer ortak Bahçeli, tehditler savurmaya devam etmekte, iplerini elinde tuttuğu lümpen çeteleri sokaklara salmaktadır.
Korktukça Saldırganlaşıyorlar
Boğaziçi Üniversitesi öğrencileriyle başlayan, devrimci örgütlere yönelik tutuklama saldırılarıyla devam eden ve nihayet Ankara sokaklarında düzen içi burjuva partilere ve gazetecilere yönelen faşist terörün tek nedeni sistemin içinde bulunduğu durumdur.
Bu nedenle HDP’nin kapatılması ya da bir biçimde cezalandırılması hedeflenmektedir. AKP-MHP-Ergenekon faşist ittifakı, kitlelerin kendisine yönelik öfke ve tepkisinin farkındadır. Bu direniş kıvılcımlarının birleşerek yangına dönüşmesini engellemek istemektedirler.
Bu nedenle en ufak direniş ve eylemlere faşist terörle saldırmaktadırlar. Bir yandan burjuva muhalefet içinde destek aramakta diğer yandan kendisini eleştirenlere yönelik tehdit ve tacizlere başvurmaktadırlar.
Rejim, asıl tehlikenin işçi sınıfının ve halkın içinde bulunduğu duruma yönelik hoşnutsuzluktan kaynaklı olduğunun bilincindedir. Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durum, virüs salgınının etkisiyle daha da kötüleşmiş durumdadır.
Faşizmin bütün propagandalarına rağmen derinleşen ekonomik kriz maskelenememektedir. Krizin etkileri işsizliğin daha da artmasına, enflasyonun yükselmesine, alım gücünün düşmesine ve dolayısıyla yoksulluğun ve açlığın daha da büyümesine neden olmaktadır.
Neredeyse her gün borç, açlık, işsizlik ve yoksulluk intiharları yaşanmaktadır. Var olan çöküşü resmi veriler bile gizleyememektedir.
BDDK verilerine göre zamanında ödenemediği için takibe düşen alacaklar 8 Ocak itibarıyla bir önceki haftaya göre 596 milyon lira artarak 151 milyar 535 milyon liraya çıkmıştır.
Bu duruma bir de egemen güçlerin salgın karşısında izlediği politika eklendiğinde sorunlar daha da büyümüştür. Sağlık kuruluşlarının açıkladığı rakamlar ve yaptığı uyarıları iktidarın salgın konusunda tam bir halk düşmanı politika izlediğini göstermektedir.
Hakim sınıflar, Kovid-19 salgınında da “çarklar dönsün” diyerek “sürü bağışıklığı” politikası izlemiştir.
Salgından en çok etkilenenler de işçi sınıfı ve halk olmuştur. İSİG’in 2020 Yılı İş Cinayetleri Raporuna göre, en az 2 bin 427 işçi yaşamını yitirirken en fazla ölüm virüs nedeniyle yaşanmıştır.
Türkiye hem vaka sayısında hem de Kovid-19 salgını nedeniyle hayatını kaybeden sağlık çalışanları sayısında dünya çapında ilk sıralarda yer almaktadır. Buna rağmen AKP hükümeti, Kovid-19 salgını karşısında göstermelik önlemler almaya ve halka yalan söylemeye devam etmektedir.
Sağlık Bakanının aşı konusunda “adil ve şeffaf olacağız” açıklaması aslında bir itiraf olarak kaydedilmelidir. Bakan bu açıklamasıyla Kovid-19 salgını sürecini şeffaf bir şekilde yürütmediklerini itiraf etmektedir.
Aşı tartışmaları da bunu kanıtlar niteliktedir. Dünyada pek çok ülke aşılamaya başladığı halde, Türkiye’de aşılama gecikmiş durumdadır. Öte yandan Türk hakim sınıfları, halkı sadece bir aşıya mahkum etmiş durumdadır. Bu aşının etkisi ise diğer aşılara nazaran tartışmalıdır.
Türkiye’ye 25 bin BionNTech Kovid aşısının getirildiği ve halka ise etkisi tartışmalı olan Çin menşeli Sinovac firmasının geliştirdiği aşıların verildiğinin açıklanması tepkileri daha da arttırmıştır. Bilindiği üzere, Sinovac aşısının Brezilya’daki denemelerinde sadece % 50.38’lik bir koruma sağladığı tespit edilmişti.
Aşılama sürecinin başlangıcında, öncelik sıralamasında olmamalarına rağmen AKP MKYK üyelerinin de aşı olması var olan tepkileri daha da artırmış ve rejime yönelik güvensizliği daha da beslemiş durumdadır.
İşçi sınıfı ve emekçi halk çeşitli katmanlarıyla kendisine dayatılan yaşam koşullarına yönelik hoşnutsuzluk içindedir. Sokakta röportaj için mikrofon uzatılan her kesimden halk iktidara yönelik öfkesini dile getirmektedir. Üstelik insanlar, bu öfkeyi tutuklama tehditlerine rağmen ifade etmektedirler.
Öte yandan işçi sınıfının küçük ama yaygın eylem ve direnişleri söz konusudur. Köylüler ürettiklerini satamamakta, borçları nedeniyle hacize tabi tutuldukları için çareyi Ankara’da aramaktadır. Türkiye tarihinde pek alanlara çıkmayan esnaflar alanlara çıkmaktadır. Kadınların eylemleri büyüyerek sürmekte, LGBTİ+lar sokaklardan geri çekilmemekte, Boğaziçi öğrencilerinin yaktıkları direniş kıvılcımı diğer üniversitelere yayılmaktadır.
Faşizm, bu direnişlerin devrimci bir önderlik altında birleşmesinden ve doğrudan kendisine yönelmesinden korkmaktadır. Bu nedenle bir yandan direnişleri parçalı tutmaya çalışmakta diğer yandan ise bu direnişleri faşist terörle bastırmaya çalışmaktadır.
Nitekim böyle olduğu içindir ki, hakim sınıf sözcüleri öğrenci gençliğin son derece haklı ve meşru eylemlerine yönelik “terör” propagandasına başvurdular ve birden bire “darbe” tartışmaları içine girdiler. Faşizm, öğrenci gençliğin bu direnişlerinin birleşmesinden korktuğunu bütün açıklamalarında göstermektedir.
Öğrenci gençliğin direnişi, hakim sınıf sözcülerini ürkütmüş ve hemen “terörle iltisak” açıklamaları devreye sokulmuştur. Bu da yetmemiş MHP Genel Başkanı Bahçeli “Boğaziçi Üniversitesi’nden bir Gezi Parkı kalkışması çıkarmaya niyetlenmek başı ezilmesi gereken bir komplodur” açıklamasında bulunmuştur. Hakim sınıfların yeni Gezilerden korkması ve dahası “başı ezilmesi gereken” olarak tanımlaması nedensiz değildir.
Faşist teröre karşı birleşik devrimci mücadele
Bu korku sadece açıklamalarda görülmemektedir. Rejim kendisine yönelik isyanlardan çekindiğini yeni düzenlemeleriyle ortaya koymaktadır.
Bu adımlardan birisi 5 Ocak 2021 günü Resmi Gazete’de Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile “Türk Silahlı Kuvvetleri, Millî İstihbarat Teşkilatı Ve Emniyet Genel Müdürlüğü Taşınır Mal Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” değişikliğin yayınlanmasıdır.
Yönetmelik değişikliğinin gerekçesi de “terör, toplumsal olaylar ve şiddet hareketleri” olarak tanımlanmaktadır. Değişiklik gerekçesinde yer alan “toplumsal olaylar” ifadesi meseleyi fazlasıyla anlaşılır kılmaktadır! Faşist rejim, varolan kolluk gücüne rağmen bu durumu yeterli görmemekte ve yeni adımlar atmaktadır.
2020 Kasım ayı itibarıyla İçişleri Bakanlığının bünyesinde kolluk kuvveti olarak görev yapan 579 bin 446 personel (313 bin 729 emniyet personeli, 203 bin 19 jandarma personeli, 7 bin 89 sahil güvenlik personeli, 29 bin 185 mahalle ve çarşı bekçisi ve 55 bin 609 da güvenlik korucusu) bulunmaktadır.
Bu sayı Kasım 2019 itibarıyla 542 bin 183 idi. Ayrıca bakanlığın envanterinde kısa ve uzun namlulu ateşli silahların yanı sıra 7 bin 333’ü zırhlı olmak üzere 62 bin 271 araç, 28’i silahlı olmak üzere 51 uçak, 2 bin 476 mini İHA bulunmaktadır.
Bu duruma bir de “Bodrum-Yalıkavak fotosunu” eklemek gerekir. Hatırlanırsa bu fotoda “vatan için kurşun atan”, “bin operasyon yaptık” diyenler bir araya gelmiş ve kamuoyuna çok net bir mesaj vermişlerdir. Benzer biçimde rejim kendisine bağlı paramiliter güçleri de eğitmektedir.
Geçtiğimiz yıllarda da AKP iktidarı ile ilişkileri olan, Tokat ve Sivas’ta kurulduğu iddia edilen silahlı eğitim kampları ile gündeme gelen SADAT A.Ş., bu kez de “suikast tekniği” ve “gayri nizami harp” eğitimleri ile gündeme geldi.
Bu güçlerin 15 Temmuz darbe girişimindeki rolleri ortadadır. AKP milletvekili Şamil Tayyar’ın 15 Temmuz fotoğraflarıyla üniversite öğrencilerini tehdit etmesi nedensiz değildir. SADAT’ın suikast tekniği ve gayri nizami harp eğitimleri verdiği basına yansımıştır. Bu eğitimlerin ne için, kime karşı, ne zaman kullanılacağı açıktır.
Rejimin, özellikle Rojava, Libya ve Dağlık Karabağ işgal savaşlarında SADAT aracılığıyla örgütlediği, eğittiği ve sevk ettiği cihatçı çetelerinin var olduğu düşünülürse, önümüzdeki süreçte bu güçlerin halka karşı saldırıda da çekinmeden kullanılacağı açıktır. 7 Haziran seçimleri sonrasında yaşanan katliamlar ve saldırılar bilinmektedir.
Siyasi cinayet ve katliamların ülkemiz tarihindeki örnekleri orta yerde dururken gladyo benzeri, paramiliter ve askeri bir örgütlenmenin basit bir “ticari faaliyet” olarak görülemeyeceği açıktır.
Rejim, bir yandan kendi resmi kolluk güçlerini örgütler ve hazırlarken diğer yandan paramiliter güçlerini de “siyasi suikast” ve “gayri nizami harp” eğitimini “ticari faaliyet” adı altında sürdürmektedir. Türk devleti, SADAT aracılığıyla zamanı geldiğinde ve ihtiyaç duyduğunda bu çeteleri devreye sokacaktır.
Kısacası egemenler, her anlamda halkın öfkesine, isyanına hazırlanmakta, “başının ezilmesi” için örgütlenmektedir. Bütün bu gerçekler orta yerde dururken devrimcilerin de bu objektif duruma göre kendilerini örgütlemeleri gerekmektedir. Faşizmin halka yönelik saldırı için yeniden örgütlendiği koşullarda birleşik devrimci mücadelenin önemi daha da artmıştır. Bunun adımları atılmaktadır.
Bu adımlarımızı büyütmek, özellikle de mahallelerde öz savunma birlikleri örgütlemek; işçi direnişleriyle birleşme hedefini sürdürmek; öğrenci gençliğin mücadelesinin kazanımlarla sonuçlanması için eylemler örgütlemek; kadın katliamları başta olmak üzere ataerkinin her türlü saldırısına karşı mücadeleyi kararlılıkla sürdürmek; LGBTİ+ özgürlük mücadelesiyle daha sıkı ilişkilenmek; başta Kürt ulusu ve Alevi inancı olmak üzere ezilen ulus ve inançlar üzerindeki her türlü faşist baskıya karşı mücadeleyi kararlıca sürdürmek gerekir. Anın görevi bu direnişleri birleşik devrimci mücadele temelinde umudun ateş toplarına çevirmektir.