PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, Halkların Birleşik Devrim Hareketi Sitesi’nin, HBDH’nın dayandığı miras, yürütülen mücadele, Türkiye’deki toplumsal sorunların tahlili ve örgütlenme sorunları ile devam eden 3. Dünya Savaşı koşullarında HBDH’nın rölü ve HBDH şehitlerine ilişkin sorularımızı yanıtladı.
– HBDH nasıl bir miras, amaç üzerine kendisini bina etti? Bu açıdan bugün verilen mücadelenin önemi, rolü için neler söylenebilir?
Duran Kalkan: Kuşkusuz Halkların Birleşik Devrim Hareketi’nin esas aldığı miras üzerine çok şey söylenebilir. Genel planda özgür toplum gerçeği vardır. Klandan, kabileye, aşirete kadar, iktidar ve devlet sistemlerinin saldırılarına karşı direnen etnisiteye kadar doğal toplumun özgür yaşam gerçeğiyle iktidar ve devlet sisteminin saldırılarına karşı etnisitenin özgür kalma, köleleşenlerin ise özgür olma çabalarını ve mücadelelerini kendine miras almaktadır. Bu çerçevede tüm ezilen halkların, toplumsal kesimlerin, sınıfların, cinslerin özgürlük mücadelelerinin birikimi HBDH için miras konumundadır. Türkiye halklarının özgürlük ve kardeşlik mücadeleleri birer tarihsel mirastır. Kürt halkının tarihten gelen varlık ve özgürlük mücadelesi HBDH için bir miras konumundadır. Fakat daha somut ve güncel planda ele alırsak 1968-70 devrimci çıkışının HBDH için en somut miras olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda dış alanda 1968 gençlik devriminin, Türkiye açısından ise 1970-71 devrimci çıkışının HBDH’nin dayandığı tarihi miras olduğunu söyleyebiliriz.
Bu öyle bir devrimcilik ki gerçekten hala bugün Türkiye’de özgürlük, farklılıklara dayalı eşitlik, dayanışma, paylaşma, demokrasi adına yaşayan ne değer varsa hepsinin o dönemden kalmakta olduğu rahatlıkla söylenebilir. 1970 başında Türkiye’nin büyük ve derin bir demokratik devrim yaşadığı açık bir gerçektir. Bu devrim ki yeni bir bilinçlenme, örgüt ve eylem tarzını ortaya çıkartmış, faşist oligarşinin yarım yüzyıldır yürüttüğü tüm saldırılara karşı böyle bir bilinç, örgüt ve eylem çizgisinde direnilerek bugün özgürlük, farklılıklara dayalı eşitlik, demokrasi arayışının çok güçlü olduğu, bu temelde keskin bir mücadelenin sürdüğü bir ülke olma konumuna gelmiştir. Günümüzde Türkiye’de yaşananın dünyanın en keskin devrim, sosyalizm ve demokrasi mücadelesi olduğu tartışma götürmeyen bir gerçek durumundadır. Kuşkusuz bütün bunların gelişiminde esas itibariyle Devrimci Gençlik Hareketi vardır. Dev-Genç kimliğiyle örgütlenen Devrimci Gençlik Hareketi’nin 1970 başında Türkiye toplumuna güçlü bir demokratik devrim yaşattığı tartışma götürmeyen bir gerçektir. Dünyada yaşanan 1968 Gençlik Hareketi’nin 1970 başında Türkiye’ye güçlü bir demokratik devrim olarak yansıdığı net bir biçimde ortadadır. Yine böyle bir gelişmenin merkezinde Türkiye İşçi Partisi biçiminde örgütlenen ideolojik, siyasi öncülüğün, DİSK adıyla örgütlenen işçi hareketinin, yine farklı toplumsal kesimlerin devrimci, demokratik örgütlenmesinin önemli bir yerinin, payının olduğu bilinen bir gerçektir.
İşte bütün bunlar bugünkü mücadelenin ve örgütlenmenin dayandığı güçlü tarihsel miras olmaktadır. Nitekim 12 Mart 1971 askeri darbesi karşısında THKP-C, THKO ve TKP/ML biçiminde gelişen silahlı direniş tüm bu devrimci gelişmeleri zirveye taşımış, en cesur ve fedakâr hale getirmiştir. THKP-C, THKO ve TKP/ML örgütlülüğüyle gelişen mücadeleler başta gençlik, işçi ve emekçiler, memur ve aydınlar olmak üzere tüm toplumsal kesimleri güçlü bir bilinçlenmeye uğratarak etkili bir biçimde harekete geçirmiştir. Özellikle Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşlarının 12 Mart askeri darbesine karşı geliştirdikleri silahlı direniş eylemleri, gösterdikleri tutum, mahkemedeki ve idam sehpasındaki direnişleri birer efsane olarak Türkiye’nin dört bir yanına dilden dile dolaşarak yayılmıştır. Büyük direniş kadar faşist askeri rejimin vahşi saldırılarının, işkencelerinin ortaya çıkardığı katliamlar söz konusu etkilemeyi daha da geliştirmiştir. Öyle ki direnen ve şehit düşen Devrimci Önderler birer efsane olarak toplumun beynine ve yüreğine işlemiştir. İşte o kuşaktan kalan büyük devrimcilerden birini daha son günlerde kaybettik. THKO kurucularından, Sinan Cemgil ve arkadaşlarıyla birlikte Nurhaklara çıkıp direnişe katılmış olan ve bugüne kadar devrim ve sosyalizm için durmadan mücadele eden Teslim Töre de yaşamını yitirdi. Mahirlerin, İbrahimlerin, Deniz, Yusuf, Hüseyin ve Sinanların mirasının canlı yaşayan gerçekler olduğunu ortaya koydu. Bu temelde ömrünü Devrim ve Sosyalizm davasına vermiş olan Türkiye Devrimci Hareketi’nin önemli isimlerinden Teslim Töre’yi saygı ve minnetle anıyoruz. Bu temelde 12 Mart faşizmine karşı direnip de şehit düşen devrimci gerçekliği bir kere daha saygıyla anıyor, amaçlarını başarma sözümüzü yineliyoruz.
İşte bugün Halkların Birleşik Devrim Hareketi biçiminde bir araya gelen, AKP-MHP faşizmine karşı Devrim ve Sosyalizm direnişine öncülük eden devrimci güçlerin dayandığı tarihsel miras bu kadar somut, yakıcı, güçlü ve de devrimcidir. Amacını da bu dayandığı miras temsil etmektedir. Şunu tarihsel bir gerçeklik olarak çok iyi biliyoruz: 1970’lerin başında Türkiye, tarihinin en önemli dönemeçlerinden birini yaşamıştır. Türkiye’nin önüne şu soru net bir biçimde ortaya çıkmıştır: Türkiye faşist bir oligarşik devlet yapılanmasının egemenliğine mi girecek? Yoksa radikal demokratik bir toplum ve yönetim gerçekliği mi ortaya çıkacak? İşte 1970-71’deki büyük mücadele iki yönden bu soruya cevap verme mücadelesi olmuştur. Faşist, sömürgeci güçler öncülüğünde söz konusu soruya faşist askeri diktatörlük olacak cevabı verilirken, Devrimci, demokratik güçler de söz konusu soruya çok net bir biçimde demokratik devrim gerçekleşecek, demokratik bir toplum ve yönetim gerçeği ortaya çıkacak cevabını vermişlerdir. Bunu gerçekleştirebilmek için de tarihin en cesur, en fedakâr bir devrimci mücadelesi içine girmişlerdir. Gerçekten de fedai çizgisini geliştirmişlerdir. 12 Mart darbesi karşısında devrimci öncülerin, hareketlerin silahlı direnişi tam bir fedai direniştir. Fedai çizgisinde bir gerilla direnişinin ilk adımlarını atmışlar, başlangıcını yapmışlardır. Niçin? Faşist askeri zihniyet ve siyasetin yenilgiye uğratılarak Türkiye’de demokratik devrimin başarılması, kadın özgürlüğüne, ekolojiye dayalı Kürt sorununun özgürlük temelindeki çözümünü öngören, halkların kardeşliğini esas alan bir demokratik Türkiye’nin yaratılması için, nitekim hedeflerinin bağımsız ve demokratik bir Türkiye olduğunu net bir biçimde belirlemişlerdir. Bu hedef doğrultusunda başta Kürt sorunu, işçi emekçi sorunu, kadın sorunu olmak üzere tüm sorunlara gittikçe eğilim göstermişler ve onlara çözüm üretmeye çalışmışlardır.
Günümüze kadar da tam elli yıldır -ki bu tam yarım yüzyıl oluyor- söz konusu mirasa dayalı olarak ve belirlenen amacı gerçekleştirmek üzere bu büyük mücadele yürütülmüştür. Bireyler yürütmüş, toplumsal kesimler yürütmüş, örgütler yürütmüş. Kendi öz güçleriyle yürütmüşler, ittifak yapıp bir araya gelerek yürütmüşlerdir. Dikkat edilirse Kızıl Dere’ye yürüyüş bir THKO-THKP-C ittifakıdır. TKP/ML’nin İbrahim Kaypakkaya öncülüğünde gerillaya yürüyüşü, başlatılan gerilla hareketini kır gerillacılığı temelinde örgütleyip, kökleştirerek yenilmez kılma ve sürdürme yürüyüşünden başka bir şey değildir. İşte Halkların Birleşik Devrim Hareketi’nin esas aldığı çizgi budur. Gerçekleştirmeye çalıştığı amaçlar bu temelde şekillenmektedir. Bugün de Faşizme karşı Birlikte Direniş ve Birleşik Devrim, HBDH çatısı altında, çizgisine- örgütüne-eylemine kavuşarak sürmektedir. Bu anlamda elli yıl önce sorulan soruya HBDH’e elli yıl sonra daha da güçlendirmiş bir biçimde vermektedir. Nedir bu cevap? Demokratik Devrim yenilmemiştir, toplum yok olmamıştır, insanlık bitmemiştir, özgürlük ve eşitlik hedefinden vazgeçilmemiştir, Demokratik Devrim için faşizme karşı fedai çizgisinde direnilecek, faşizm yenilecek ve halklarımız kazanacaktır. AKP-MHP faşizmi, bu temelde şoven-milliyetçi TC diktatörlüğü yenilgiye uğratılacak, yıkılacak, yok edilecek. Bu temelde özgürlüklere ve halkların kardeşliğine dayalı bir demokratik Türkiye inşa edilecektir. Özgürlükçü Devrim, Sosyalizm, Özgürlük, Demokrasi ve Kardeşlik iddiasından, amaç ve hedeflerinden vazgeçilmemiştir. Bu amaçlar canlı bir biçimde yaşanmakta, halklarımız, bilinçli insanlık tarafından benimsenmekte, her türlü cesaret ve fedakârlık gösterilerek bu amaçlar doğrultusunda tarihi mücadele zafer çizgisinde sürmektedir. Zafer hedefinden, amacından, iddia ve iradesinden kopulmamıştır, uzaklaşılmamıştır. Tüm faşist-sömürgeci saldırıya rağmen direniş kırılmamış, devrim yenilmemiş, halklar ezilmemiş, tam tersine özellikle Kürdistan’da gelişen gerilla direnişi temelindeki özgürlük mücadelesinin etkisiyle demokratik Türkiye gerçeği her zamankinden daha güncel, yakıcı, yakın ve gerekli hale gelmiştir. İşte bu açıdan her yerden daha fazla derin ve keskin bir mücadele Türkiye’de yaşanmakta. En sert savaş Türkiye’de olmakta. Bu da Türkiye’yi demokratik devrimin zaferine her yerden daha yakın hale getirmektedir. HBDH böyle bir devrimi, devrimci yürüyüşü, iradeyi ve mücadeleyi temsil etmektedir.
-HBDH Türkiye’deki toplumsal yapıyı nasıl tahlil ediyor? Bu çerçevede mevcut sistem karşıtlığını daha fazla nasıl örgütleyip eyleme çekebilir?
Duran Kalkan: Kuşkusuz toplumsal yapı tahlillerini çok yönlü ve değişik biçimlerde ele alıp yapmak mümkündür. Sınıfsal açıdan mevcut durum değerlendirilerek çeşitli sınıf ve tabakaların durumları ortaya konabilir. Halklar açısından durum değerlendirilerek başta Kürtler olmak üzere çeşitli halkların ve kültürlerin durumları analiz edilebilir. Dinler ve mezhepler açısından mevcut durum tahlil edilerek başta Aleviler olmak üzere baskı altında olan, ezilen çeşitli dinsel-mezhepsel kesimlerin durumları tahlil edilebilir.
Zaten bunlar çok yoğun bir biçimde yapılmakta, ayrıntılı olarak da bilinmektedirler. Burada bunları ele almak ya da tahlil etmek yerine yarım yüzyıldır süren karşı devrim ve devrim mücadelesi sonunda Türkiye’nin nereye geldiğini ve ne durumda olduğunu anlamaya ve açıklamaya çalışmak belki daha anlamlı olabilir. Bu çerçevede ele alıp baktığımızda bugün gerçekten de faşist-sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyaset etrafında şekillenmiş bir baskı ve sömürü çetesinin -buna iktidar ve devlet toplumu da diyebiliriz- kapitalist modernite sisteminin Türkiye’deki kolu olarak da tanımlayabiliriz. Böyle bir çete yapısının şekillenmiş olduğu ortadadır. Bir de bunun dışında kalan, ezilen toplumsal kesimlerden, halklardan, dini-mezhepsel gruplardan ve özellikle ezilen cinsten oluşan toplumun yüzde doksanını oluşturan bir toplumsal gerçeklik vardır. Aslında bu antifaşisttir, antikapitalisttir. Hatta iktidar ve devlet dışı, karşıtıdır. Politika ve ahlaki ilkeler çerçevesinde yaşayan bir demokratik toplum gerçekliğidir. Türkiye’deki yapının bu temelde ikiye bölünmüş ve karşıtlaşmış hale geldiği ortadadır. Bu yaşam hem örgütlülük, ilişki, kültür, dil bakımından böyledir, hem de ideoloji ve siyaset bakımından böyledir.
Aslında içinde ve etrafında kümelenmiş kendisini çeşitli partiler biçiminde somutlaştırarak iç çıkar mücadelesi yürüten -ama halka, tüm ezilenlere ve topluma karşı ortak bir duruş gösteren- bir sistemsel yapının varlığı ortadadır. Bu sözde kendisini iki cepheye bölünmüş gibi gösteriyor, birine Cumhur ittifakı, diğerine de Millet ittifakı diyorlar. Güya bir tarafa AKP, diğer tarafa CHP öncülük ediyor görünüyor. Kendi aralarında ağız dalaşı gibi durmadan birbirlerine hakaret edercesine konuşup duruyorlar. Kuşkusuz belli bir çıkar karşıtlıkları ve mücadeleleri var ama esas olarak toplumu aldatmaya, bu biçimde yönlendirmeye çalışıyorlar. Böyle bir yapı söz konusu. Dikkat edilirse en önemli noktalarda, kritik yerlerde bu yapı kader birliği etmiştir. Zaten kendi içinde sürekli birlikten, ittifaktan, bir olmaktan söz ediyorlar. Zaten gerektiği zaman da böyle bir birlikteliği gerçekleştirip yaşıyorlar. Bütün ezilenlerin özgürlük-demokrasi arayışlarına, halkların özgürlük-kardeşlik istemlerine karşı baskı, zulüm ve sömürü sisteminde uzlaşıp, birleşiyorlar. Bu son derece açık bir durumdur. Hiçbir şekilde Tayyip Erdoğan ile Kemal Kılıçdaroğlu arasındaki ağız dalaşına aldanmamak lazım. Bu ikiliyi de, Devlet bahçeli ve diğerlerini de görevlendiren, yönlendiren merkez aynı merkezdir.
Aslında bunlar içerisinde ilk görevlendirilmiş kişilik Devlet Bahçeli kişiliğidir. O da bu görev temsiliyetini Alparslan Türkeş’in görevlendirilmesinden almaktadır. Şimdi sözde farklı partiler, liderler biçiminde ortaya çıkanların hepsinin de bu iktidar ve devlet sistemini, kapitalist düzeni yöneten esas güç tarafından, sermaye sistemi tarafından görevlendirildiği ve yönlendirildiği açıktır. Aralarındaki ağız dalaşı kesinlikle ‘Tencere dibin kara seninki benden kara’ nakaratından öteye bir şey değildir. Ağız dalaşı sertleştiği oranda bilinmelidir ki zor durumdalar, çöküş yaşıyorlar, zayıf konumdalar. Sözde birbiriyle kavga eder görünerek toplumun bu durumu görüp anlamasını önlemeye, bilinçlenip örgütlenerek kendilerine karşı mücadele eder hale gelmelerinin önüne geçmeye, onu zayıflatmaya çalışmaktadırlar. Bu açık bir gerçek.
Diğer taraftaysa yeterince bilinçlenmemiş, örgütlendirilmemiş, dolayısıyla belli bir strateji ve taktikler temelinde eyleme geçemeyen, çoğunlukla potansiyel konumunda olan bir halk kesimi vardır. Buna ezilen, sömürülen toplum da diyebiliriz. Çok değişik kesimlerden, tabakalardan oluşmaktadır; Kadınlar, işçiler, emekçiler, Kürtler, Aleviler bu kesimin temeli, esas gücü konumundalar. Ama bunlar etrafında oluşmuş, çeşitli biçimlerde baskı ve sömürü altında yaşayan, aslında tekelleşmiş kapitalist modernite sistemi altında yaşayamaz duruma düşmüş olan bir küçük burjuva orta kesim de söz konusudur. Bunları genelde antifaşist, demokrasi yanlısı toplumsal kesimler olarak tanımlayabiliriz. Yaşam duruşları, çıkarları, ihtiyaçları böyle bir gerçekliği ifade etmektedir. Fakat dikkat edilirse üst toplum denen, devlet ve iktidar toplumu denen kesimler her ne kadar çeşitli ittifak bloklarına ayrılsalar da bir yandan son derece bilinçli ve örgütlüdürler diğer yandaysa tehlike gördüklerinde, gerek gördüklerinde hemen birleşebilmektedirler. Ama buna karşı ezilen, sömürülen demokratik toplum ise diğerleri gibi bilinçli, örgütlü, kendi çıkarının gereklerini gören, onu programlayan, örgüte ve eyleme dönüştüren, dolayısıyla faşizme ve kapitalizme karşı özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürütebilecek bir konumda değiller.
Bu noktada Kürtlerin önemli bir bilinci ve örgütlülüğü var. Belli bir mücadele yürütüyorlar. Zaman zaman Aleviler böyle bir tutum gösterdiler. Kadınlar son dönemlerde biraz daha bilinçleniyorlar. Belirli bir özgürlük ve hak arama mücadelesine yöneliyor. Gençliğin 50 yıl önce büyük bir çıkışı vardı. Sonraki farklı süreçlerde de önemli roller oynadı ama günümüzde bu geçen 50 yıllık mirasa uygun davrandığını söylemek zordur. Belli bir kesimi fedai çizgisinde mücadele etse de aslında geniş gençlik kitlelerinin faşist-sömürgeci zihniyet ve siyaset tarafından uyuşturulmuş olduğu rahatlıkla söylenebilir. Üniversiteler, liseler adeta uyumaktadır. Faşist sistem, AKP-MHP yönetimi katliam yaparken, tutuklarken, işkence ederken, sokak ortasında insanlara zulüm ederken, kadın katliamları yaparken, Rojava ve Başûra saldırırken, Amed’i, Cizre’yi, kadim Kürt kentlerini yakıp yıkarken bu gençlik adeta uyur gibidir. Var mı yok mu? Bütün bunları duyuyor mu duymuyor mu? Belli bile değildir.
Aslında günümüzün üniversitelerini birer toplama kampı olarak değerlendirmek hatalı değildir. Geçmişte Kürdistan’da soykırımı geliştirebilmek için yatılı bölge okulları, YİBO’lar kurmuşlardı. İnsan günümüz üniversitelerinin Kürdistan’daki YİBO’lara benzediğini rahatlıkla söyleyebilir. Neydi YİBO’lar? Asimilasyon merkeziydiler. İnsanları kendi özünden, ruhundan, özgürlük bilincinden, kimliğinden koparma, asimile etme yerleriydi. İnsan bitirme yerleriydi. Şimdi üniversiteler aynı kapitalist sistemin, sermaye düzeninin insanları asimile ettiği, özgürlüklerinden uzaklaştırdığı, köleleştirdiği yerler haline gelmiş durumdadır. Eğer tespit yapacaksak esas bu çerçevede yapmalıyız. Demek ki demokratik toplum potansiyel olarak büyük, fakat bilinç, örgüt ve eylem olarak küçük konumdadır. Eğer bugün faşist diktatörlük bu kadar saldırgansa, katliam yapıyorsa, ayakta kalıyorsa dünyanın özgürlük ve demokrasi merkezi olması gereken Türkiye’yi faşist diktatörlük karanlığında tutuyorsa, bu bir yanıyla faşist saldırganlığa dayansa da diğer yanıyla demokratik toplumun bilinç, örgüt ve eylem bakımından zayıf olmasına dayanmaktadır. O zeminden güç almaktadır.
O halde mevcut durumu değiştirmek, esas olarak bilinçsiz, örgütsüz, eylemsiz konuma getirilmiş olan başta gençlik olmak üzere tüm ezilen toplumsal kesimleri bu durumdan çıkartmayı ifade eder. Bu da antifaşist direniştir, faşizme karşı direnme savaşı demektir. Faşizm savaştır, saldırıdır, soykırımdır, işgaldir. O halde faşizme karşı mücadelede devrimci savaş, devrimci direniş olmak durumundadır. Faşizm bu kadar baskı zulüm, terör, katliam uygularken anti faşist mücadele kendisini sadece demokratik siyasetle sınırlayamaz. Teorik çalışmayla yetinemez. Politik açıklamalarla başarılı olamaz. Hatta sadece miting, gösteri ve benzerleriyle de yetinemez. Evet o tür eylemler de gerekli ama faşizme karşı mücadele direniştir. Faşizme darbe vuran eylemlerdir. Taktik olarak antifaşist güçler saldırı konumunda olmak durumundadır. Bu da tüm faşist odakları hedefleyen etkili, darbe vurucu eylem yapmayı gerektirir. Kuşkusuz bunun bir ucu silahlı mücadeledir, gerilladır. Örgütlü nizamlı gerilladır. Onun mutlaka Türkiye’de faşizme karşı direnişin öncü olarak ve faşizmi yıkacak güç olarak geliştirilmesi lazım. Ama silahlı direnişin de çeşitli biçimleri var. İşte örgütlenmiş, profesyonelleşmiş gerilla bu biçimiyle öncülük iken kuşkusuz hepsi o değildir. Esas olan toplumun içerisinde, yaşamın yaşam alanlarında her türlü faşist saldırıyı kıracak, onun anladığı dilden ona karşı cevap verecek devrimci direniş birimlerinin kurulması, devrimci eylemlerinin yapılmasıdır. Bu silahla olur, molotofla olur, sopayla olur, bıçakla olur. Yani hep ateşli silah kullanmaya gerek de yoktur. Darbeleyici, yakıcı, yıkıcı yöntemler ve araçlar da böyle bir direnişte kullanılabilir.
Bir yerde faşizm varsa toplumu şiddet ve katliamla baskı altında tutarak varlığını sürdürebilir. O halde faşizm şiddet ve katliam demektir. Faşizme karşı mücadelede, onun anladığı dilden ona cevap verecek, darbeler vuracak devrimci direniş demektir, nerde bir faşist saldırı, faşist odak, faşist güç varsa ve toplum üzerinde baskı uyguluyor, işkence yapıyor, zulüm uyguluyorsa kuşkusuz o güçlere karşı sürekli eylem halinde olmak, hesap sormak demektir. Yani faşizmden hesap soracak, ona darbe vuracak direniş eylemleri geliştirmektir. İşte HBDH bunu milis direnişi biçiminde yapıyor. Antifaşist direniş birlikleri halinde yapmayı öngörüyor ki –kısmen- son dönemlerde özellikle kentlerde giderek daha fazla geliştirmiş ve yaygınlaştırmış bulunuyor. Ancak bunlar henüz yeterli değildir. Sadece bir başlangıç olarak görülebilir. Oysa potansiyeli çok büyüktür. Eğer gerekli bilinçlendirme, örgütleme ve eyleme seferber etme çalışmaları öncü düzeyde etkili bir biçimde yürütülürse faşist saldırganlığı paramparça edecek, her alanda kıracak büyük bir devrimci direniş eylemliliği tıpkı 1970-71’de olduğu gibi ortaya çıkartılabilir. Her yerde faşist saldırılardan darbe yiyen, zulme, hakarete uğrayan, dolayısıyla hep yakınan, duruş, tutum değil de, faşizme darbe üstüne darbe vuran, dünyayı faşistlere dar konuma getiren bir devrimci militan eylemlilik, direniş eylemliliği ortaya çıkartılabilir. Bunu gençler, kadınlar, işçiler, emekçiler yapabilir, esnaflar, memurlar yapabilir. Aslında bütün toplumsal kesimler yapabilir. Öyle birileri yapar, diğerleri yapamaz dememek gerekiyor.
Şimdi esas olan burdaki eksikliktir. Bu eksik olduğu için demokratik siyasi eylemin önü açılmamakta, mitingler, gösteriler, yürüyüşler yapılamamaktadır. Çünkü öncü, faşist terörü yıkacak devrimci direniştir. Bu olmazsa, faşist terör devrimci direnişle kırılamazsa işte o zaman kitleler eylem yapamaz, demokratik siyaset rol oynayamaz. Her tarafa faşizm hakim olur. Faşist baskı ve terör adeta insanları sokağa çıkamaz, yürüyemez, talepte bulunamaz hale getirir, bastırır. O halde öncü devrimci direniştir. Öz savunma direnişidir. Milis direnişidir. Herkes, öz savunma birimleri milisler biçiminde örgütlenmek durumundadır.
İçinde bulunduğumuz dönemin temel örgüt biçimi milis örgütlenmesidir, öz savunma örgütlenmesidir. Temel eylemi faşizme darbe üstüne darbe vuran saldırı, direniş eylemleridir. Yakma, yıkmaktan tutalım, cezalandırma ve intikama kadar her düzeydeki eylemlerdir. Günümüzün doğru eylem çizgisi kesinlikle budur. HBDH’nin uygulamaya çalıştığı eylem çizgisi bu olmaktadır. Bu olmadan kitle eylemliliği gelişemez. Sorunlar kitle eylemliliğiyle çözülemez. Çünkü faşist baskı ve terör kitle eylemlerinin önünü alabilmekte, engelleyebilmektedir.
O halde o faşist terör kırıldıkça, faşist saldırıların önü alındıkça kitleler ayağa kalkabilir, sokağa çıkabilir, demokratik siyasetin önü açılabilir, demokrasi mücadelesi gelişebilir. Bu yüzden daha güçlü bir örgüt ve eylemliliğin ortaya çıkabilmesi için faşizme karşı mücadelenin doğru tespit edilmesi, eylem çizgisinin doğru belirlenmesi ve büyük bir cesaretle, kararlılıkla bu çizginin her alanda hayata geçirilmesi lazım. Kentlerde, mahallelerde, sokaklarda böyle bir eylem çizgisi halinde olunması gerekli. Bu yapılabilir. Bunun imkan ve fırsatları çoktur. Bu yapılırsa en büyük başarı, sonuç elde edilebilir. Buna inanmak gerekiyor. Bu çizginin başarısına güvenmek, dolayısıyla önce yanlış ve hatalı anlayış ve tarzları düzeltmek gerekli. Faşist saldırganlığı doğru tanımlamak, faşizmi yıkacak devrimci direniş çizgisini, onun yol ve yöntemlerini doğru tanımlamak, ondan sonra da doğrular temelinde cesur ve fedakâr bir çalışmaya ve mücadeleye girmek. İşte bu yapılırsa faşizm paramparça edilir. Her gün faşizme darbe üzerine darbe vurulur. AKP-MHP faşizmi sokağa çıkamaz, iktidarda kalamaz hale getirilir ve çökertilip, alaşağı edilerek Türkiye’yi özgürlükler ülkesi haline getirecek bir demokratik devrim başarıyla gerçekleştirilir.
-3. Dünya savaşı Ortadoğu’da derinleşerek devam ediyor. Bu noktada bugün HBDH’nin kapitalist modernitenin bölgedeki emperyal gücü olan AKP-MHP faşist yönetimine karşı verdiği mücadelenin Dünya Demokrasi Mücadelesi içindeki yeri, anlam ve değeri nedir, bölgeyi nasıl etkiliyor?
Duran Kalkan: Bugün dünya durumunu ve Ortadoğu’da yaşana büyük savaşın geldiği noktayı değerlendirmek istersek kuşkusuz somut sonuçlara ulaşabilmek için AKP-MHP faşizminin 9 Ekim’de başlattığı Rojava’yı işgal saldırılarına bakmamız gerekir. Elbette dünyanın değişik yerlerinde de ekonomik, askeri, siyasi düzeyde çok yoğun çelişkiler ve çatışmalar vardır. Bunların da kendi özgün yönleri bulunuyor ve o temelde de ele alınıp değerlendirilmeleri gerekiyor. Ancak dünya genelinde yaşanan tüm çelişki ve çatışmaların günümüzdeki durumunu, içeriğini, gidişatını anlamak için TC’nin Kuzey Doğu Suriye’yi işgal saldırılarına bakmak çok büyük ipuçları vermekte ve aydınlatıcı olmaktadır. Aslında ABD-Rusya arasındaki ilişki ve çelişkilerden Türkiye-İran ilişki ve çelişkilerine, yine küresel kapitalist sistem içindeki çelişki ve çıkar çatışmalarından iktidar ve devlet güçleriyle tüm ezilenler arasındaki özgürlük ve demokrasi mücadelelerine kadar her şeyi 9 Ekim’de başlayan Rojava işgal saldırıları karşısında doğru ve yeterli bir biçimde değerlendirmeye tabi tutmak konuyu anlamlı ve de anlaşılır kılacaktır.
Bu bakımdan çok kapsamlı siyasi-siyasi askeri durum değerlendirmeleri yapılabilir. Teorik ve stratejik analizler de bulunulabilir. Fakat bu kadar geniş kapsamlı ve ayrıntılı ele almak yerine 9 Ekim soykırımcı-işgal saldırısı temelinde siyasi-askeri duruma yön veren temel bazı ilişki ve ittifaklara, çelişki ve çatışmalara bakmak daha yararlı ve anlamlı olacaktır. Böyle bir noktadan ele aldığımızda şu gerçekliği görüyoruz: Evet günümüzde ABD ve Rusya arasında önemli çelişkiler, çıkar çatışmaları var, zaman zaman bu çelişki ve çıkar çatışmasının dozu yükselmektedir de, fakat Rusya pratiği, en son 9 Ekim TC işgal saldırıları sonucunda ortaya çıkan gelişmeler gösteriyor ki ABD ve Rusya arasında ciddi bir ilişki ve ittifak da söz konusudur. Bunu hangi mekanizmalarla sağlıyorlar, nerelerde yapıyorlar, hangi kurumlar yürütüyor? Tabi biz o ayrıntıları bilemiyoruz. Buradaki analiz açısından bilmekte çok önemli olmuyor. Fakat ABD-Rusya ilişkilerinin hep karşıtlık, çatışma olmadığını, ilişki ve ittifakı da içerdiğini bilmek önemli ve yararlı oluyor. Daha önce Suriye’yi Fırat’ın Batı’sı ve Doğu’su olarak ayırmış ve bu iki devlet zımni olarak kendi aralarında paylaşmıştı. Rusya’ya Fırat’ın Batı’sı verilirken, Fırat’ın Doğu’su ABD denetimine bırakılmıştı. Fakat son gelişmelerle bu işin bu biçimde sürdürülemeyeceği açığa çıktı ve söz konusu anlaşmada bazı değişiklikler yapıldı.
Dikkat edilirse ABD etkinliği zayıflatıldı. Rusya’nın o sahadaki etkinliği biraz daha artırıldı. Bu sadece Rusya’nın istemi ve zorlamasıyla olmadı. Aynı zamanda ABD’nin de istemi olarak ortaya çıktı. bizzat ABD başkanı Trump bundan sonra o sahalardan Rusya sorumlu olacak, taraflar sorunlarını gidip Rusya ile çözecekler açıklamasında bulundu. Bu gösteriyor ki mevcut güçler arasında böyle bir ilişki ve pazarlık söz konusu oluyor. Eğer ABD Rusya’nın etkinliğinin Suriye’de gelişmesine razı oluyorsa amacı nedir, ne yapmak istiyor? Hangi sonuçlara ulaşmayı hedefliyor? Bu konuda Trump-Putin ilişkilerini, Ukrayna’daki gelişmeleri insan değerlendirebilir. Kuşkusuz onlar da birer etkendir. Fakat daha fazlasının ABD-Çin ekonomik savaşı olduğunu düşünmek ve değerlendirmek daha doğru gelmektedir. Her halde böyle bir şeyle ABD kendi karşısında ekonomik bakımdan da çok fazla birleşmiş bir Rusya-Çin ittifakını istememekte. Bunu çok daha fazla zararlı görmektedir. Bu tür politikalarla Rusya’yı hem Çin’den kısmen uzaklaştırırken hem de Avrupa ile ilişkilerinde değerlendirmek istemektedir. İnsan bu konuyu söz konusu gelişme kapsamında gözlemlemektedir. İşte Türkiye işgaline onay vermeleri karşılıklı böyle bir anlaşma temelinde olmuşa benziyor. Hiç kuşkusuz 9 Ekim soykırımcı işgal saldırısının çok önemli bir boyutu olarak ABD-İran gerginliğini ve çatışmasını değerlendirmek hatalı değildir. Zaten dikkat edilirse AKP-MHP faşizminin Gırê Spi ve Serekani işgalinin önünü ABD yönetimi açtı. Belki de AKP-MHP faşizminin böyle bir işgali yapacağına dair kendine güveni yoktu. Onu da ABD yönetiminin vermiş olma ve böylece teşvik etme olasılığı daha da güçlüdür.
Peki ABD TC’yi Rojava’ya bu biçimde saldırtarak bölgesel düzeyde neye ulaşmak istemektedir? Bu soru kapsamında iki husus üzerinde durulabilir. Birincisi Türkiye-Rusya-İran arasındaki ilişkileri zayıflatan, bir süredir geliştirilmeye çalışılan üçlü ittifakı kısmen parçalayan, böylece İran’ın Türkiye ve Rusya tarafından bu düzeyde desteklenmesini ortadan kaldıran, bu temelde Türkiye-İran ilişkilerini kısmen zayıflatarak TC devletini İran’a karşı müdahalede daha etkili kullanmak isteyen bir politik hesap güdüyor olma olasılığı güçlüdür. ABD’nin tüm saldırı oklarını İran’a çevirdiği, dolayısıyla ekonomik ve siyasi ambargolarla İran rejimini zayıf düşürerek etkisiz kılabilmek için elinden gelen tüm imkanları seferber ettiği bilinmektedir. Bu noktada Türkiye’nin konumu her bakımdan önem arz etmektedir. Türkiye’nin İran’a destek vermesi durumunda ABD yaptırımlarının her hangi bir sonuç vermeyeceği açıktır. Ama buna karşılık Türkiye ABD ile bir olarak İran’a karşı çıkarsa o zaman ABD müdahalesinin çok güçlü hale geleceği ortadadır. ABD’de böyle bir etkinlik sağlamak istemektedir. Her ne kadar Türkiye’nin bölgede güçlenmesinden rahatsız olsalar da özellikle bu noktada İsrail’in rahatsızlığı ABD’ye yansıyor olsa da en azından şimdilik İran’ı geriletebilmek açısından önemli bir taktik olarak TC’yi bu tür tavizlerle kendi yanlarına çekmek istedikleri anlaşılmaktadır.
Sonrası nereye gider, nasıl olur? Şimdiden insan bir şey diyemez. Kuşkusuz ABD-İran gerginliği böyle sürmez. Dolayısıyla ABD’nin İran’la mücadelesinden doğan ‘Türkiye ihtiyacı’ da kalmaz. O tür durumlarda elbette farklı politik yaklaşımlar ortaya çıkar. Ama en azından şimdilik ABD’nin İran karşısında müdahalesini güçlendirebilmek ve etkili hale gelebilmek için Türkiye’ye büyük ihtiyaç duyduğu tartışma götürmeyen bir gerçektir.
ABD-İran çatışmasının bu noktadaki diğer bir önemli boyutu da Kürtlerin Rojava Kürdistan’dan çıkartılması olmaktadır. Kürtlerin sürgün edilmesi sadece soykırımcı AKP-MHP diktatörlüğünün değil, bizzat ABD tarafından istenmektedir. Türkiye eliyle Rojava Kürtlerini Rojava’dan çıkarıp daha güneye sürme dolayısıyla karadan ‘Şii Hilali’ denen oluşumu Kürtler eliyle kuşatma bir ABD planı olarak görülebilir. Dikkat edilirse ABD’den yapılan açıklamalar hep Kürtlerin yerlerinden, yurtlarından çekilmelerini göçmelerini salık vermekte, petrol bölgelerinin çok anlamlı ve önemli olduğunu, oralarda yoğunlaşmaların olacağı açıklamaları yapmaktadır. Bu öyle hesapsız-kitapsız, laf olsun diye söylenmiş bir söz yığını değildir. Son derece düşünülmüş, planlanmış bir politika olduğu anlaşılıyor. Kürtler kendi yurtlarından çıkarıldı mı daha zayıf düşecekleri ve dış güce daha çok muhtaç hale geleceğini görüyorlar. Kürt savaşçılığını DAİŞ karşısında nasıl bir kahramanlık gösterdiğini dolayısıyla bu savaşçılığın söz konusu alanların korunmasında da önemli bir rol oynayacağını değerlendiriyorlar. Böylece Kürt tehcirine onay vererek Kürtler’i Şii Hilali’nin kırılmasında kullanmak istiyorlar. İran, Irak’ın karadan Suriye ve Lübnan’a bağlantısını engellemeye çalışıyorlar. Var olan bağlanmayı Kürtler eliyle kopartmak istiyorlar. Böyle oldu mu Kürt-Arap çelişki ve çatışması da yoğunlaşır. Aynı zamanda Kürtler’in Farslar’la çelişki ve çatışmaları artar. Hem İran’ın bölgedeki kara ilişkileri parçalanmış, kesintiye uğratılmış hem de Kürt-Arap, Kürt-Fars çelişki ve çatışmaları körüklenmiş olur ki bu iki durumunda ABD’nin ve diğer küresel sermaye çıkarına olduğu, İsrail’in bundan fayda göreceği açıktır. İnsan bunu bir ABD planı olarak da değerlendirebilir. Bu anlamda TC eliyle 9 Ekim’de Rojava Kürdistan’a yöneltilen soykırımcı işgalin önemli bir boyutunun ABD’nin İran’a dönük etkili bir müdahalesi olarak değerlendirmek yanlış değildir. Bu müdahale Türkiye-İran-Rusya arasındaki ittifakı zayıflatmıştır. Türkiye’yi ABD’yle daha ilişkili olur hale getirmiştir. ABD’nin Kürtler üzerinde oyun oynamasını, Kürtler eliyle İran’ın bölgedeki varlığına karşı mücadelesini artırmasına olanak yaratmıştır.
Buna paralel olarak şunları da gördük: Dikkat edilirse Lübnan’da, Irak’ta, İran’da halklar ayakta. Hepsinin de İran etkisine karşı olduğu söyleniyor. Her üç alandaki halk hareketliliğinin İran varlığına ve etkisine karşı olduğu söyleniyor. Lübnan’da Hizbullah’ın etkinliği zayıflatılmak istenirken Irak’ta İran konsolosluğu bile ateşe verilmiş bulunuyor. Zaten İran içindeki gelişmeler de rejimi ciddi bir biçimde tehdit edecek bir düzeye ulaştı. Bütün bunlarla birlikte TC’nin 9 Ekim Rojava işgal saldırıları ele alındımı işin arkasındaki ABD gerçeği, ABD politik planları ve saldırıları anlaşılmaktadır. Tabi böyle bir süreci başlatırken pratikte Trump Yönetimi Kuzey Doğu Suriye’den çekiliyorum diyerek ortaya çıktı. Bazıları gerçekten ABD çekilecek sandı. Çekilip çekilmeme tartışması yürütenler oldu. Aman çekilme diye nerdeyse yalvar yakar edenler ortaya çıktı ama gerçekler, ortadaki sorun ABD’nin Kuzey Doğu Suriye’den askerlerini çekmesi ya da çekmemesi, çok ya da az asker bulundurup bulundurmaması değildir. Aslında öyle bir manevrayla nasıl Lübnan’dan Irak’a, Suriye’den İran’a kadar İran etkinliğine karşı yoğun bir müdahalede bulunulmuş olduğu ortadadır. Bunu çok açık ve net bir biçimde gördük. ABD’nin her şeyinin planlı olduğu ortaya çıkıyor. Öyle çok fazla Trump’ın fevri davranışlarıyla, kişisel yaklaşımlarıyla alakasının olmadığı, ‘Trump dengesizliği’ sonucu olarak ortaya çıkmadığı, tam tersine çok fazla tartışılmış ayrıntılandırılmış bir ABD politik planlamasının gereği olarak böyle bir adımın atıldığı şimdi daha net anlaşılmaktadır.
Üçüncü olarak TC devletinin ve onu yöneten bugünkü AKP-MHP iktidarının Kürt düşmanı, faşist sömürgeci ve soykırımcı zihniyet ve siyasetinin ihtiyaçları, gerekleri de bir etken olarak değerlendirilebilir. Yüzyıllık TC’nin zihniyet ve siyasetinin soykırımcı, Kürt düşmanı olduğu, halklar, kadın düşmanı olduğu açıkça ortadadır. Bu İttihat ve Teraki zihniyet ve siyaseti oluyor. Bu süreç Ermeni, Asuri, Rum kırımıyla başladı Kürt soykırımıyla sürdürülmeye, sonuca götürülmeye çalışılıyor. TC’ye hakim olan zihniyet ve siyaset tamamen soykırım üzerine kuruluyor. Başka dillerin, kültürlerin kimlikleri, halkların varlıklarının yok edilerek hepsinin Türkleştirilmesi, tek tipleştirilmesini içeren bir soykırım saldırısını zihniyet ve siyaset olarak TC devleti sürdürüyor. Bunu Kuzey Kürdistan’da nasıl asimilasyonla, katliamla yürüttükleri açık. İşte PKK’ye karşı mücadele, 40 yıldır Kürdistan’ın her tarafında geliştirdikleri katliamlar, daha önce çeşitli isyanlar öne sürülerek Amed’te, Dersim’de, Ağrı’da, Serhat’ta geliştirdikleri soykırımcı katliamlar gözler önündedir. TC’ye hakim olan zihniyet ve siyaset Kürtler’i soykırıma uğratmayı, Türkleştirmeyi hedeflemektedir. Bunun için katliam gerekirse katliam, sürgün gerekirse sürgün, demografyayı değiştirmek gerekirse demografyayı değiştirmek, asimillasyon gerekirse asimilasyon yapmak biçiminde soykırımın bütün yöntemlerini Kürdistan’da etkili bir biçimde yürütmektedir. Tabi böyle bir soykırım saldırısını sadece kendi egemenliği altındaki Kuzey Kürdistan’la da sınırlamamaktadır. Çünkü şunu pratik tecrübeyle anlamış durumdadır. Sınırları dışındaki Kürtleri’de aynı oranda yok etmedikçe Kuzey Kürdistan’daki Kürtlüğü yok etmesi mümkün değildir. O nedenle Başûr’daki, Rojava’daki, Rohılat’taki Kürtlüğe de düşmandır. Yurtdışındaki en büyük düşmanı yine Kürtlerdir.
Bugün Kürt eşittir PKK olmaktadır. Dolayısıyla Kürt karşıtlığını ‘PKK’ye karşıyım, teröre karşıyım’ sözleriyle kamufle etmeye çalışmaktadır ki bunun anlaşılmaz ya da kabul edilir bir yanı yoktur. Artık aldatıcılığı kalmamıştır. Herkes bunun bir oyun olduğunu, aslında Kürt soykırımcılığının PKK terörü kavramının arkasına gizlenmek istendiği herkes tarafından görülüp bilinmektedir. Bu bakımdan Başûr’daki gelişmeler ardından Rojava’daki siyasi gelişmelerin de bu biçimde olması, ortaya bir Kuzey Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin çıkması TC’ye hakim olan bu soykırımcı zihniyet ve siyasete öldürücü bir darbe vurmaktadır. Hemen sınırının öbür tarafında Başûr’da ve Rojava’da iki tane Kürt statüsü, Kürt Yönetimi’nin oluştuğu koşullarda Bakur’daki Kürtlüğü soykırıma uğratmasının mümkün olmayacağını, Bakur’daki Kürtlere de ulusal demokratik haklarını vermek zorunda kalacağını, TC devleti ve onu yöneten AKP-MHP faşist diktatörlüğü çok iyi görmektedir. O nedenle bunun önünü alabilmek için bilinen söz konusu işgalci saldırıları yapmaktadır. Zaten Tayyip Erdoğan ‘Başûr’daki mevcut Kürt statükosunu tanımış olmakla büyük hata yaptıklarını’ söyledi. Ondan önce Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ da genel kurmay başkanıyken bunları söylüyorlardı. O zaman Tayyip Erdoğan buna karşı çıkıyordu. KDP ve YNK’ye dolayısıyla Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimiyle iyi ilişkiler içinde olmak gerektiğini söylüyor, ona dayanıyordu ama şimdi bizzat Tayip Erdoğan’ın Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ’un çizgisine geldiği anlaşılıyor, ortaya çıkıyor.
Demek ki devlet Tayyip Erdoğan’ı tam teslim almış, soykırımcı-faşist zihniyet ve siyasetin en ileri uygulayıcısı, militanı haline getirmiş. Mevcut durumda gelişmeler onu gösteriyor. Bu nedenle Güney’de yaptığımız hatayı Rojava’da yapmayacağız diyerek ortaya çıkıyorlar. Başlangıçta süreci biraz doğru yönetemediler. Kendi içlerinde de çok anlaşmalı değillerdi. O kadar uyanık da olamadılar. Fetullahçılarla çelişki ve çatışmaları da kendilerini biraz zayıflattı. O nedenle Rojava’daki mevcut oluşumların önüne ilk başta geçemediler. Ancak bu parçalılıklarını aştıktan ve Rojava’da kendileri için iyice bir tehdit haline geldikten sonra karara vardılar. İşte ‘çöktürme planı’ dedikleri planı hazırladır ki o planın çok önemli bir parçası Rojava devrimini tasfiye etmektir. Rojava’daki varlığı ve özgürlüğü yok etmektir. Zaten söz konusu planın DAİŞ’in Kobani’ye saldırtıldığı süreçte hazırlandığını ve TC ve devleti tarafından kabul edildiğini biliyoruz. Bu da gösteriyor ki planın önemli bir ayağı Rojava Devrimi’nin tasfiye edilmesi, Rojava’daki demokratik özerk yönetimin yok edilmesiydi. İşte bunu gerçekleştirmek için AKP-MHP faşizmi planlı saldırılarını yürütüyor. Bu doğrultuda 2017 Ekiminde Irak’ın Kerkük’e saldırısına destek verdiler, KDP’nin referandumuna şiddetle karşı çıktılar. 2017 sonu, 2018 başından itibaren de Afrin’den Xakûrke’ye kadar işgal saldırısı başlattılar. Şimdi 2019 Ekiminde bu işgal saldırılarını Fırat’ın Doğusun’da, Rojava Kürdistan’ın hepsine ve Şengal’e de yöneltmiş olmaları gayet açık ve anlaşılır bir durumdur. Söz konusu soykırım planının bir parçası olduğu açıktır.
Yani TC’ye hakim olan yüzyıllık Kürt düşmanı zihniyet ve siyasetin bir saldırısı olmaktadır. Bu noktada Kürt soykırımını gerçekleştirme görevi Tayyip Erdoğan’a yüklenmiştir. MHP’nin Tayyip Erdoğan yönetimine istediği her türlü desteği vermesinin altında Kürt soykırımını gerçekleştirmek olduğu açığa çıkmaktadır. Aslında Devlet Bahçeli’yle Tayyip Erdoğan arasında böyle bir anlaşmanın olduğu rahatlıkla söylenebilir. Devlet Bahçeli öncülüğündeki MHP’nin AKP’ye desteğinin, Tayyip Erdoğan’a destek vermesinin tek nedeninin Kürt soykırımını yürütmek olduğu aşikardır. Bu anlamda da soykırım planının gereği olarak 9 Ekim saldırısı ortaya çıkmıştır.
Şunu değerlendirmişlerdir; eğer içinde bulunulan süreçte böyle bir saldırıyı yaparak Kuzey Doğu Suriye’de ve Rojava Kürdistan’da ortaya çıkan özgürlükçü-demokratikçi gelişmeleri önleyemezse daha sonra hiçbir biçimde önleyemeyecektir. Değil gelişmeleri önlemek artık saldırıda bulunma şansını bile kaybedecektir. İşte böyle bir durumda henüz hiçbir şey resmileşmemiş, somutlaşmamış iken kendini dayatıp işgal saldırısını başlatarak Kürt soykırımın zeminini geliştirme, koşullarını oluşturma, soykırım adımlarını bu temelde atmayı istemektedir. Çok önemli bir nedeninin bu olduğu da tartışma götürmeyen bir gerçektir.
Dördüncü ve son olarak Türkiye’nin iç siyaseti bağlamında da durumu değerlendirebiliriz. Aslında bu ABD siyaseti kapsamında da ele alınabilir. Trump’ın 2020’deki başkanlık seçimi için siyasi yatırımlar yapma çabası olarak değerlendirilebilir. Rusya’daki içi iktidar kavgasıyla da ilişkilendirilebilir. Ama en çok Türkiye iç siyasetiyle bağlantılı olduğu ortadadır. Aslında 9 Ekim işgal saldırısının Türkiye’deki iç siyasetle bağı çok güçlüdür. Dikkat edilirse 31 Mart ve 23 Haziran yerel seçimlerinde AKP-MHP faşizmi yenilgiye uğratılıp iktidardan düşürülmüştür. AKP-MHP faşist ittifakına karşı CHP ve İyi Parti’nin de içinde olduğu, çok açık olmasa da birçok gücün zımnen katıldığı yeni bir iktidar alternatifi ortaya çıkmıştır. Bu da AKP-MHP iktidarını tehdit eder, düşürme noktasına getiren bir neden olmuştur. Bu durum AKP-MHP’nin çöküşünü hızlandırmıştır. Böyle bir karşıt alternatif varken seçimi kaybetmiş bir AKP-MHP iktidarının ömrünü uzatması, ayakta kalması mümkün olamazdı. O halde alternatifi yok etmek gerekiyordu. Yani yenilmiş AKP-MHP faşist yönetimine alternatif olacak bir yönetim blokunu ortada bırakmama, dağıtıp-parçalamaktı. Nitekim öyle de yaptılar. İşte 9 Ekim işgaliyle AKP-MHP faşist ittifakı karşısındaki bloku dağıttılar. CHP ve İYİ Parti’yi kendi yanlarına çektiler. Bu partileri hem işgal teskeresine, hem de işgale destek verir hale getirdiler. 31 Mart ve 23 Haziran Yerel seçimlerde geliştirdiği ittifakla AKP-MHP faşizmini tecrit eden HDP, bu sefer AKP-MHP faşizminin CHP ve İYİ Parti gibi güçleri kendi yanına çekmesiyle tecrit edilen bir konuma düştü. Böylece erken seçim isteyecek ve bu temelde kendisini zorlayacak bir alternatif bırakmadı. Muhalefeti parçalamış ve zayıflatmış oldu. Bu da kendisini alternatifsiz hale getirdi. İktidar ömrünün uzamasının yolunu açtı, zeminini güçlendirdi.
Diğer yandan işte kopuşlar vardı. Hem Davutoğlu hem Babacan Kasım sonuna kadar parti kuracaklarını ilan etmişlerdi. AKP içten bölünüp parçalanıyordu. Yoğun istifalar vardı. Dikkat edilirse 9 Ekim saldırısıyla tüm bunlar da belli ölçüde önlendi. En azından ertelendi. Tayyip Erdoğan AKP’den kopuşları ihanetle suçladır. Dolayısıyla Davutoğlu’yla, Babacan’ın parti kurma zeminlerini zayıflattı. Onlarda parti kuruluşlarını ertelemek zorunda kaldılar. Böylece iç erimeyi ve muhalefeti de söz konusu işgal saldırısıyla kısmen bastırmış oldu. Daha önemlisi gündemi saptırdı. Seçim sonuçlarının daha fazla derinleşip tartışılması yerine teröre karşı mücadelenin, Rojava işgalinin tartışılmasını geçirdi. Böylece iktidarı tartışıp tecrit olmasını önledi. Tersini savaş tartışmasıyla kendi etkinliklerini kısmen güçlendirir oldular. Yine buna dayanarak AKP-MHP faşizmi muhalefeti bastırma, özellikle Kürt demokratik siyasetini bu temelde baskı altında tutma, içte faşist baskı, terör ve saldırıyı artırarak var olan zemini kendisi açısından bir kazanca dönüştürdü. Nitekim tutuklamaları artırdı, içerde en küçük bir demokratik hak arama imkanı bırakmadı. HDP ve benzeri güçleri hareket edemez, hiçbir şey yapamaz noktaya getirdi. Bu da 9 Ekim işgal saldırısıyla hedeflenen bir durumdu ve hedeflendiği gibi kısmen bir etkide bulundu. En azından şimdiye kadar AKP-MHP faşizmi iktidar ömrünü bir biçimde uzatmış oldu.
Aslında Erdoğan-Bahçeli diktatörlüğü için bir günü kurtarmak bile çok önemli. Çok ağır bir çöküş içindeler, çürüyüş, kriz ve kaos had safhada. Erime çok yoğun, bir de 31 Mart ve 23 Mart seçimlerini kaybetmiş, dolayısıyla ortada iktidardan düşmüş, seçim meşruiyeti kalmamış bir iktidar gerçekliği var. Gerçek bir muhalefet olsa var olan yönetimi bir anda istifa etmek zorunda bırakırdı. Böyle bir ortam söz konusu, zemin buna uygun hale gelmiş. İşte bütün bunları işlemez kılmak, ortadan kaldırabilmek için böyle bir savaş durumu kendileri açısından bir ihtiyaç olarak gördüler. Bu çok büyük ölçüde AKP-MHP faşizminin ayakta kalmasına, ömür uzatmasına hizmet etti. Nitekim bu temelde de bütün dünyayla savaşır bir konuma gelmiştir. Dikkat edilirse NATO’yla bile çatışma halindedir. Bunun sonucu olarak Kürt savaşına NATO’ya götürmek, Kuzey Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni NATO’nun hedefi haline getirerek hem Kürt soykırımında sonuç almak hem de NATO sistemi içerisinde öncü olmak istemektedir. Böyle bir sonuca doğru giderse bu da AKP-MHP faşizminin gücünü artıracak, ömrünü uzatacaktır. O halde bu saldırı çok yönlü, saldırının içinde olan birçok el var. Saldırı küresel ve bölgesel düzeyde mücadele eden herkes tarafından şu yada bu biçimde kendi çıkarı doğrultusunda kullanılıyor. Tam bir gerici pazarlığın konusu oluyor. Herkes bundan menfaat sağlamaya çalışıyor.
Böyle bir faşist-soykırımcı saldırganlık karşısındaki direniş de aynı oranda özgürlük, eşitlik, demokrasi arayan güçlerin çıkarına oluyor. O güçlerin hepsini etkiliyor. Söz konusu güçler kendi gelişmelerini Kuzey Doğu Suriye’deki antifaşist-özgürlük direnişinde görüyorlar. Direnişin sınırları Rojava’yı, Kuzey Doğu Suriye’yi, hatta Suriye’yi aştığı gibi Ortadoğu’yu da aşarak bütün dünyaya yayılıyor. Nitekim bu temelde 2 Kasım Dünya Rojava Günü olarak ilan edildi. Dünyanın dört bir yanında yüzlerce yerde milyonlarca insan eyleme kalktı. Her yerde Rojava’nın özgürlüğü haykırıldı. AKP-MHP faşizmi kınandı. Heyetler Rojava’ya aktılar, gençlik Rojava direnişine katılmak üzere akın etmeye başladı. Rojava özgürlük devrimi Dünya Demokrasi Hareketi’nin bir öncüsü, ilham kaynağı haline geldi. Rojava şahsında Kürdistan’ın durumu, Kürt halk varlığı, Kürtler’e dayatılan soykırım gerçeği, buna karşı Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesinin özgür insanlık ve demokratik dünya açısından taşıdığı büyük değer ve önemi ortaya çıktı. Herkes bunu daha iyi görür ve anlar, bu temelde Rojava Kürdistan ve genel Kürt halkının direnişiyle yardımlaşır, dayanışır hale geldi. Rojava özgürlük direnişi, Ortadoğu Demokrasisi ve Küresel Demokrasi Hareketi’nin yaratıcısı, ön açısı, öncüsü konumuna ulaştı. ABD’den TC’ye kadar birçok güç böyle bir işgal saldırısından kendi ekonomik-siyasi çıkarlarını büyüterek çıkmak isterlerken şimdi bütün sömürücü gericiliğe karşı Kürt soykırımına karşı çıkma ve mücadele etme şahsında ayağa kalkan, bilinçlenip örgütlenerek özgür insanlık ve Küresel Demokrasi Direnişi Hareket’i ortaya çıktı. Bu oldukça önemlidir, anlamlıdır. Bunun anlamına dünyanın dört bir tarafından herkes ulaşıyor.
Kuşkusuz en çokta baştan itibaren Rojava direnişi içerisinde yer alan Türkiye halkları, kadın ve gençleri, işçi ve emekçileri bu durumun farkına varıyor. Türkiye’nin devrimci-demokratik güçleri, örgüt ve hareketleri bu gerçeğin farkındalar. O nedenle Rojava direnişiyle daha fazla direniş içindeler, daha fazla birlik halindeler. Afrinden itibaren Rojava’daki özgürlük direnişinin tamamen kendi düşmanları olan AKP-MHP faşizmini ayakta tuttuğunu görüyorlar, dolayısıyla Rojava’daki direnme savaşını doğrudan kendi savaşları olarak ele alıyor, bu savaşla birleşiyorlar. Rojava’nın savunulmasını, AKP-MHP faşizmine Rojava’da ağır bir darbe vurularak yenilgiye uğratılmasını çok önemli ve tarihi bir olay olarak görüyor. Bu temelde katılımlarını, desteklerini daha çok artırmış bulunuyorlar. Enternasyonal tabur örgütlemiş bulunuyorlar, her alandaki direnişin içerisindeler, Kuzey Doğu Suriye Halklarıyla, QSD-YPG-YPJ güçleriyle tam bir siper arkadaşlığı içerisinde AKP-MHP faşizminin Kuzey Doğu Suriye’yi işgaline karşı yiğitçe direniyorlar, savaşıyorlar. Rojava’nın özgürlüğünü korumaya, Rojava’da darbeleyerek hem Suriye demokrasisinin hem de Türkiye’de demokratik devrimin zafer kazanmasının önünü açmaya çalışıyorlar. Kendileri için çok önemli ve sonuç alıcı bir antifaşist direnme cephesi oluşmuş durumda. Rojava’daki direnişi bu temelde görüp değerlendiriyorlar. Dolayısıyla direnişe de bu düzeyde aktif olarak katılıyorlar HBDH’nin içinde yer alan çeşitli örgütler DAİŞ karşısındaki savaşta da değişik cephelerde yer aldılar, savaş yürüttüler, savaşa önemli katkıları oldu, şehitler verdiler. 9 Ekim’de başlayan işgal saldırısına karşı da bütün cephelerde yer alıp kahramanca savaştılar ve tarihi direnişler yaratarak büyük şehitler vermeye devam ettiler.
-HBDH bugün yürüttüğü devrimci mücadele içerisinde Kürdistan’da, Türkiye’de şehitler vermektedir. Bu gerçekliğe dair neler söylenebilir?
Duran Kalkan: Halkların Birleşik Devrim Hareketi savaşçılarının Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de AKP-MHP faşizmine karşı yürüttükleri devrimci direnişin durumu hakkında kısacada olsa birinci ve ikinci sorularda değerlendirme yapmaya, cevaplar vermeye, açıklamalarda bulunmaya çalışmıştık. 3. Soruda da HBDH’nin Rojava özgürlük devrimi ve direnişi karşısındaki duyarlılığını, katılımcılığını, siper arkadaşlığını kısaca ifade ettik. Aynı şey Başûr açısından, yani medya savunma alanları açısından da geçerlidir. Halkların Birleşik Devrim Hareketi savaşçıları Kuzey Kürdistan ve Türkiye metropollerinde AKP-MHP faşizmine karşı yiğitçe savaştıkları gibi söz konusu faşist diktatörlüğün Kürdistan ve Başûr’a dönük işgal saldırıları karşısında da değişik düzeylerde yer almakta ve direnmektedirler. Faşist saldırganlığı saldırdığı her yerde karşılamayı, direnişle cevaplamayı ve darbelemeyi öngörmektedirler. Faşizmi kuşatan, darbeleyen ve giderek yıkan devrimci-demokratik direnişin ancak bu temelde başarı kazanacağına inanmaktadırlar. Zaten faşist-sömürgeci-soykırımcı AKP-MHP diktatörlüğüne karşı Türkiye’de devrimci mücadele yürüten tek güç Halkların Birleşik Devrim Hareketi’dir. Bu hareket içerisinde yer alan farklı örgütler kendi güçleriyle birleşik hareketin ortak planlamaları ve dayanışması temelinde AKP-MHP faşizmine karşı öldürücü darbeler vuran direnişler yürütmektedirler. Faşizmin işgalciliğine karşı da işgale uğrayan alanlarda halklarla, oranın devrimci-demokratik-özgürlükçü güçleriyle dayanışma ve ortaklaşma içerisinde faşizme karşı etkili bir savaş yürütmektedirler. Nasıl ki faşizm TC sınırlarını da aşarak bir sömürgeci-soykırımcı işgal saldırısı yürütüyorsa, faşizmi yıkmak, demokrasiyi kurmak isteyen devrimci-demokratik hareket de faşizmin olduğu ve saldırdığı her yerde faşizme karşı mücadele ederek kendi demokratik hareketini örgütlemeyi, faşizmi kuşatıp, yıkmayı esas alıyor. Bu temelde her yerde AKP-MHP faşizmine karşı mücadele yürütüyor. AKP-MHP faşizmine karşı değişik yerlerde yürütülen mücadelenin tümünü kendi mücadelesi olarak öngörüyor, sahipleniyor, onlarla en ileri savaş arkadaşlığı, yoldaşlığı kuruyor. Bu son derece açık bir durum ve burada da önemli katkıları oluyor. AKP-MHP faşizmine karşı verilen direniş hem işgal saldırganlığını kırıp, zayıflatıyor hem de bu temelde Türkiye’de demokratik devrimin gelişimini sağlıyor, önünü açıyor, etkinliğini artırıyor.
Elbette bu mücadele kolay olmuyor. Zorluklar içerisinde geçiyor. Tarihin en zor savaşlarından birinin yaşandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla yiğitlik, cesaret, kahramanlık gerekiyor. Yine bu mücadele, savaş bedelsiz olmuyor. Faşist-soykırımcı güçler, AKP-MHP diktatörlüğü dikkat edilirse dünyanın dört bir yanından silah-cephane alıyor, kendisi üretiyor, tekniğe sahip oluyor. Tayyip Erdoğan Türkiye bütçesinin hemen hepsini savaş harcamalarına yatırıyor. Topluma bir merminin fiyatını biliyor musunuz diye soruyor. Belli ki gece-gündüz demeden mermi hesabı yapıyor, roket hesabı yapıyor, bomba hesabı yapıyor. Bir siyasi yönetim değil tamamen faşist terör yönetimi, tam bir işgalci yönetim olduğu net bir biçimde ortaya çıkıyor. Böyle bir saldırgan güce karşı direnmek elbette kolay ve rahat olmadığı gibi bedelsiz de değildir. Direnen güçler bu bedeli göze alıyorlar. Hem medya savunma alanlarındaki özgürlük güçleri, halklar, Kuzey Doğu Suriye Halkları, AKP-MHP faşizmine karşı direnişin ağır bedelini göze aldıkları gibi Halkların Birleşik Devrim Hareketi de bu savaşın bedelsiz olmayacağını görüyor, anlıyor, biliyor ve böyle bir savaşa her türlü bedel ödemeyi göze alarak giriyor.Rojava ve Başûr Kürtleri’nin, Kuzey Doğu Suriye Halklarının savaş arkadaşlığını, ortak düşmana karşı kahramanca mücadele içerisinde verdikleri şehitlerle güçlendiriyor, perçinliyorlar. Bu temelde 2019 yılında her alanda AKP-MHP faşizmine karşı devrimci çizgide HBDH’nin direndiğini, savaştığını, şehitler verdiğini görüyoruz.
2019 yılı gerçekten de faşizmin azgınca saldırdığı bir yıl oldu. Bu azgın vahşi saldırganlığa karşı HBDH’nin de her alanda kahramanca direniş yürüttüğü, büyük mücadeleler verdiği, sömürgeci düşmana ağır darbeler vurduğu gerçek. Dolayısıyla 2019 yılı HBDH açısından antifaşist direnişi büyütme, yayma ve şiddetlendirme yılı oldu. Daha güçlü savaştı ve daha önemli sonuçlar aldı. Tabi böyle bir savaşta daha çok bedel ödedi, daha çok şehitler verdi. Böyle tarihi öneme sahip bir savaşı şehitler vererek yürütebildi. Kurulduğu tarih olan 2016 yılından bu yana kendisini sürekli savaş içerisinde bulan bir hareket olarak hem kendini devrimci savaşın gereklerini göre örgütlüyor, yürütüyor, her yıl direnişini giderek büyütüyor, geliştiriyor, sürekli direniş şehitleri çoğalıyor, artıyor. Önceki yıllara binaen daha çok direnip kazanım sağlıyor. Hem de bunun bedeli olarak kahraman şehitleri artmış bulunuyor.
2019 yılında her üç cephede de direnişin sembolü olarak kahraman şehitler vermiş bulunuyor. Hem Kuzey Kürdistan ve Türkiye Cephesinde yürüttüğü mücadelede şehitler var, hem Rojava ve Kuzey Doğu Suriye direniş cephesinde verdiği şehitler var. Hem Medya Savunma alanlarında verdiği şehitler var. Bu şehitlerin bazılarını şöyle sayabiliriz: Örneğin Kuzey Kürdistan ve Türkiye’deki direniş içerisinde HBDH içerisinde yer alan MLKP’nin yiğit, kahraman şehitleri var. 10 Temmuz 2019 günü Dersim’de düşmanla yürütülen çatışmalarda verdiği iki şehidi var. Adil Yıldırım MLKP FESK komutanı, Kürdistan kır birliği komutanı olarak savaşırken şehit düşen yoldaş oluyor. Yine Özkan Arslan Adil yoldaşla birlikte savaşıp şehit düşen MLKP’li yoldaşımız olarak özgürlük şehitleri kervanına katılmış bulunuyor. 1 Ekim günü Eskişehir’deki savaşta MLKP’li Ozan Sökmen ve Fırat Şeran yoldaşların şehit düştüğünü ifade edebiliriz. Dikkat edilirse önceki yoldaşlar Kürdistan’da savaşırken şehit düşmüşlerdi, bunlar Türkiye zemininkinde mücadele ve savaş içerisinde şehit düşen yoldaşlarımız oluyor. Tabi Türkiye metropollerinde ve Kürdistan’da tutuklananlar da çoktur. Bunlarla birlikte PKK’nin Kuzey Kürdistan’ın her alanında, Karadeniz’de yürüttüğü büyük savaş ve verdiği kahraman şehitler var, bunların sayıları yüzleri buluyor. Kadın-erkek yüzlerce komuta ve savaşçı gücü bu büyük savaş içerisinde şehit düşmüş bulunuyor. Erzurum’da Şevin Yoldaş, Dersim’de Çiçek Botan Yoldaş, yine Dersim’de Doğan Yoldaş bu direnme savaşının öncü komutanları olarak yer alıyorlar. Serhat’ta, Zagros’da, Botan’da, Garzan’da Amed’te, Mardin’de, Amanos’ta yıl boyu yürütülen savaş içerisinde şehit düşmüş onlarca PKK militanı, HPG ve YJA-Star komuta ve savaşçı gücü var. Medya Savunma Alanlarında da durumun benzer olduğunu biliyoruz. TC işgal saldırılarına karşı Xakurke’den Heftanin’e kadar HPG ve YJA-Star komuta ve savaşçı gücünün yıl boyunca yürüttüğü kahramanca direniş söz konusu ve bu direnişin büyük şehitleri var. Sayıları onları, yüzleri buluyor. Helmet Yoldaş böyle bir direnişte PKK Merkez Komite ve KCK Genel Başkanlık Konseyi üyeliği görevini yürütürken şehit düşmüş bulunuyor. HBDH’nin diğer örgütlerinden MLSPB’nin verdiği şehitler var. 16 Eylül günü Gare’de Alper Koçer Çakas, Çayan Kızılbaş, Tamer Karabalı, Mahir Ernesto yoldaşların faşist AKP-MHP saldırıları sonucu şehit düştüğünü biliyoruz. Direniş şehitlerinin yaşandığı diğer cephenin, özellikle 9 Ekim’den günümüze kadar derinleşen bir biçimde Rojava ve Kuzey Doğu Suriye direniş cephesi olduğunu belirttik. Bu cephede de DKP Birlik Merkez Komite üyesi Ceren Yoldaşın 3 Kasım’da şehit düşmüştür, yine DKP Merkez Komite üyesi ve BÖG komutanı Aynur Ada Yoldaş ile DKP/BÖG savaşçısı İmran Fırtına Yoldaşın 6 Kasım günü Rojava Özgürlük Direnişi içerisinde şehit düştüklerini biliyoruz. MLKP’den Demhat Günebakan Yoldaş’ın Rojava Direnişi içerisinde kahramanca savaşarak şehit düştüğünü biliyoruz. Bu yoldaşlar QSD güçleriyle, YPG, YPJ savaşçı gücüyle omuz omuza AKP-MHP faşizmine karşı kahramanca direnip şehit düşen yoldaşlar oluyorlar.
Kuşkusuz bu kahraman şehitlerimiz bizim en büyük değerlerimizdir. Hepsini saygıyla, sevgiyle ve minnetle anıyoruz. Onlar bize doğru yaşamın nasıl olması gerektiğini gösteriyorlar. Her zaman her yerde temel güç kaynağımız oluyorlar. Özgürlük Mücadelesinde nasıl bir fedakârlık ve cesarete sahip olmamız gerektiğini bize gösteriyorlar. Bizi daha bilinçli, daha örgütlü, daha sorumlu daha cesur kılıyorlar. Özgürlük, farklılıklara dayalı eşitlik, demokrasi için daha güçlü bilinçlenip örgütlenerek daha fazla birleşip ittifaklar kurarak çok daha fazla, çok daha güçlü savaşmamız ve büyük kazanmamız gerektiğini bize söylüyorlar. Emirleri bu temeldedir. Bu emirler alınmıştır, anlaşılmıştır. Şehitler gerçeğimizin aydınlattığı yol görülmüştür. Besbelli ki Halkların Birleşik Devrim Hareketi kendisini şehitler çizgisinde eğitiyor, örgütlüyor. Mücadelesini kahraman şehitlerinin komutasında yürütüyor. Şehitler komuta oluyor, emrediyor. Tüm kadro ve sempatizan güç bu emir ve komuta altında antifaşist direnişini ve devrimci savaşını yürütüyor ve kazanıyor. Bu önümüzdeki süreçte çok daha fazla böyle olacak.
Bu temelde 2019 yılı HBDH’nin üç cephede de daha çok kararlı hale geldiği, daha büyük savaştığı bir yıl olduğu gibi önümüzdeki yıl, 2020 yılı, sonraki yıllar bu temelde HBDH’nin daha çok büyüyeceği, güçleneceği, bilinçleneceği, örgütleneceği, devrimci-demokratik birliğini daha çok güçlendireceği, faşizme karşı direnme savaşını daha güçlü yürütüp, daha büyük kazanacağı yıl olacak, yıllar olacak. Bu çizgide direnişini geliştirdiği ölçüde önümüzdeki sürecin AKP-MHP faşizminin daha çok zayıflayıp, yıkıldığı, Kürdistan’ın Özgür, Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun Demokratik hale geldiği bir süreç olacağı çok açık. Yeter ki şehitlerimizin aydınlattığı direnme yolu iyi görülsün. Şehitlerin gerçeğinden gerekli dersler çıkartılabilsin. Hem hata ve eksiklikler azaltılsın hem de faşizme karşı mücadelede çok daha güçlü, iradeli, bilinçli, örgütlü ve birlik halinde olunsun. Bu temelde bir gelişme sağlandığı ölçüde her gün faşizme öldürücü darbelerin daha güçlü vurulacağı, Özgürlük ve Demokrasi mücadelesinin ise kalıcı kazanımlar kazanacağı açıktır. Biz direnişimizi önümüzdeki süreçte bu temelde yürütmekte daha büyük savaşıp daha güçlü sonuçlar almakta kararlı olduğumuzu net bir biçimde ifade ediyoruz. Bu vesileyle kahraman şehitlerimizi bir kere daha sevgi, saygı ve minnetle anıyor, tüm antifaşist özgürlük ve demokrasi savaşçılarını, kahraman şehitler gerçeğini doğru anlayıp, onların izinde daha güçlü savaşmaya ve daha büyük kazanmaya çağırıyoruz.